„ Gecenin bir yarısı uyanıyorum ve yatağımın başucunda oturan bir peri görüyorum. Ondan bir virüs diliyorum: Televizyon virüsünü…“
Aslında hayal görmek mizacıma uygun bir eylem değildir. Çünkü tabiat olarak kötümserim ve daha çok gerçeğe odaklanırım.
Okul yıllarımda kız arkadaşlarım gökkuşağı, efsanevi kahramanlar ve beyaz atlı prensler çizerlerken, ben bir böceğin ayaklarını sayıyor, o çenesinin kudretinden, yaşam için yaratilmis o vahşi donanımlarından dehşete düşüyordum.
Ölümü düşünüyordum mesela, ve birazda başka şeyleri…
Bu yüzden bir şeyi tasavvur ederken töhmet altında kalmaktan kendimi alamıyordum. -hala öyleyimdir-
Bugün bile hayallerimi sıkıcı buluyorum.
Üşüyorsam eğer, kuzeykutbunda mayolu bir şekilde hayal ederim kendimi.
Acıkmışsam eğer terkedilmiş, aşçısı ve garsonu olmayan bir lokantayı tahayyül ederim.
Yani anlayacağınız siz dinleyicilerimin nefesini kesecek olağanüstü hayallerim yoktur benim.
Fakat bunlarında ötesinde hayal etmekten vazgeç(e)mediğim bir hayalim olduğunu söyleyebilirim.
Gecenin bir yarısı uyanıyorum ve yatağımın başucunda oturan bir peri görüyorum. Yusufçuk kanatlı ve elinde sihirli değneğiyle yatağımın başucunda beni süzmekte olan bir peri...
Lafı uzatmadan sadede geliyor,
„ bir dileğin var mı? „
„ nasıl olursa olsun öylemi? „ diye soruyorum karşımda dileğimi gerçekleştirmek üzre bekleyen periye.
„ tabiiki , yoksa nasıl bir peri olabilirdim ki ? „
„ O halde bir virüs diliyorum. Çok sıra dışı bir virüs. Televizyon virüsü. Televizyonun sesini ebediyyen kesecek bir virüs.”
Sihirli değnek anında o ahengiyle raksetmeye başlıyor havada, ve apansızın içi virüslerle kaynayan yeşilimtırak bir sıvı tutuyorum elimde.
Pencereyi açıyorum ve bir şampanya gibi sallamaya başlıyorum. Şişenin kapağını patlatıyorum.
Pandoranın kutusu açılıyor.
“ Uçun benim şirin ve küçük virüslerim. Yüreğimin götürdüğü yere uçun, o muhteşem etkinizi gösterin. „
Önce hiçbir şey olmamış gibi görünüyor, fakat daha sonra virüsün o muhteşem etkileri kendini göstermeye başladığını fark ediyorum
İnsanlar yek vücut halinde televizyon kanallarını arayıp şikayet ediyorlar:
“ neler oluyor? Hiçbir şey duyamıyoruz “
“ herşey yolunda “ diyor hattın diğer ucunda ki olaydan bihaber görevli : „ sorun cihazınızda olabilir „
Fakat virus Antenleri; telsiz kulelerini , televizyonları etkisi altına almıştır çoktan. Yok edilmesi gereken ne varsa yok etmiştir.
Bir telaş kopuyor sonra. Teknikerler , ustalar çağrılıyor. Geliyorlar, bakıyorlar biçare geri dönüyorlar.
Günler böyle geçiyor, spikerler sessizlik içinde devam ediyorlar dudaklarını oynatmaya.
Yarışmalar lüzumsuz ve sıkıcı olmaya başlıyor.
Dansözler tüm hünerleriyle manasızlaşmaya mahkum olmuş bir vaziyette raksetmeye calışıyorlar hala.
Programın birinde biri ağlıyor. Başına üzücü bir vukuat geldiğinden midir, yoksa ekran karşısında olmaktan arlandığı için midir bilinmiyor.
Diğer taraftan siyasilerimiz istiflerini bozmadan konuşuyorlar.Nefesleri tükenircesine, gözleri yuvalarından oynarcasına, o enstantane el kol hareketleriyle tartışıyorlar meseleyi. Bu Televizyon sessizliğine karşı vaadlerde bulunuyorlar, birbirlerine ateş püskürüyorlar. Teraryumdaki kertenkelelerin birbiriyle kavga ettiği gibi….
Reklam ajansları kanalları mahkemeyle tehdit ediyor, ve anlaşmaları iptal ediyorlar
Yıllardır kabalıkla, bilgisizlikle, bedensel ve ruhsal pornografiyle dolup taşan,
Toplumun edeb şuurunu yok eden bu kirli kutular şimdi yavaşca kendiliğinden yok oluveriyorlar.
Ekranlarda Sürekli aynı altyazılar geçiyor :
“ Teknik nedenlerden dolayı yayınımıza ara verdik “
Önce telaş , endişe ve nihayetinde huzur.
Komşu sakinleri evlerinin köşelerinde aptalca duran bu aygıtlarla neler yapılabileceğine dair yarışmalar düzenliyorlar.
Kimileri çiçekleri için bir sera, kimileri balıkları için bir akvaryum olarak kullanıyorlar.
Bazı kıvrak zekalar, altına dört tekerlek monte edip alışveriş arabası niyetine kullanıyorlar.
İnsanlar yavaş yavaş evlerinden çıkıp birbirleriyle sohbet etmeye başlıyorlar.
Köylerde o eski sinemalar tekrar hayat buluyor.
Sofralarda artık tartışmalar sohbetler ve gülüşmeler kendini göstermeye başlıyor.
Çocuklar sokaklarda buluşup kendilerine yeni yeni oyunlar düşünüyorlar.
Anneler merdiven başında oturmuş dertleşiyorlar.
Derken aylar sonra tuhaf bir şey oluyor. Sabahları çocuklarının yatağından siyah kırıntılar buluyor anneleri.
Bu da nesi ? Zifte benziyorlar ve iğrenç kokuyorlar
Çocuk doktorları alarma geçiyor. Yine bir telaş kopuyor…
Fakat birkaç araştırma neticesinde herşey ortaya çıkıyor.
O siyah kırıntılar yıllardır çocukların hayatını ve ahlakını zehirleyen televizyonun o atıklarından ,o zehrinden başka bir şey değildir.
Yaşlılarında öksürükleri ve bronşitleri yer yer azmaya başlıyor.
Bronşitten mi, Gripten mi dersiniz?
Hayır hayır. Onlar sadece geçen yazdan kalan o iğrenç programların artıklarıdır.
Toplumun artık sağlığına kavuşma temayülüdür.
Die Zeit